“İnsan dediğiniz dipsiz kuyu” | Ünsal Coşar

Merhaba. Tiyatro serüveniniz nasıl başladı?

Liseden mezun olurken elbette ben de çoğu öğrenci gibi hangi mesleği seçeceğim konusunda kararsızdım ve yaptığım listeden ODTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümünü kazanmıştım. Hazırlık okurken ODTÜ Oyuncuları (ODTÜ’nün tiyatro topluluğu) ile tanıştım. Ve sahneledikleri projelerde, teknik ekipte çalışmaya başladım derken bir de baktım ki zamanımın çoğunu aslında Mimarlık Amfisinde geçiriyorum. Sanırım ikinci senenin sonundaydı, benden mühendis olmaz ben oyuncu olmak istiyorum, fikri artık yerleşmişti. Ardından da sınavlara hazırlanmaya başladım ve 3 senelik ODTÜ maceram böylece son buldu.

“Grönholm Metodu”nda Carlos karakterini canlandırıyorsunuz. Oyun üçüncü sezonunda, bugüne dek Carlos karakterinde bir şeyler değişti mi?

Prömiyerini yapıp oynamaya başladığınız bir eserde, canlandırdığınız karakterin değişmemesi gibi bir şey söz konusu değildir. Yani sezonlar bir yana, her gece bile ufak tefek detaylar değişir çünkü karşınızdan gelen nefes ve size gösterdikleri tepki gelen seyirciye göre değişir; onlar değişir siz değişirsiniz. Tabii bu değişimin olumlu ve olumsuz olmak üzere iki yönü var. Ben rolün giderek detaylanmasından, anları daha iyi seyirciye aktarabilmekten, provalar esnasında gözden kaçan nüansları bulup eklemekten bahsediyorum değişim olarak. 2000-2005 yılları arasında oynayan Getto’nun 4. sezonunda Ergün abinin (Uçucu), “Ya evlat kaç senedir gözümüzden kaçmış, acaba şurayı şöyle mi oynasan?” dediğini hala çok iyi hatırlarım. Bu anlamda elbette Carlos da değişti. Kendimce oyunu ikinci, üçüncü kez izleyenlere tat verecek detaylar ya da daha önce de dediğim gibi provalar esnasında gözümden kaçtığını fark ettiğim noktaları bulup eklemeye çalışıyorum.

Grönholm Metodu’nda oyun içinde oyun söz konusu. Bu nasıl bir deneyim sizin için?

Bu soruya oyunun sürprizini bozmadan nasıl cevap vereceğimi bilemedim. 🙂 🙂 Grönholm Metodu’ndaki oyun içinde oyun aslında sadece sahnede kaldığı ve seyirciyle ilişkiye geçmediği için, o sözünü ettiğim detaylarda yürümek zorunda, bu da bir oyuncuyu oldukça zorlayıcı bir şey. Ama (konuyu sürprizi bozmadan değiştireyim) bir Azizname’den bahsedersek, ki onunla da yaklaşık 150-200 temsil yapmıştım; herkesin oyunun içinde oyun olduğunu bildiği ve onu olduğu gibi kabul ettiği üslup benim için gerçekten çok keyifli ve heyecanlı. Bu üslupta doğrudan seyirciyle ilişkiye geçebilmeniz, oyunu onlarla birlikte ilerletmeniz hem büyük keyif hem büyük tecrübe.

Sahnelenen oyunlardaki söylemlerin seyirciden aldığı tepki için toplumu yansıtıyor diyebilir miyiz? Mesela Grönholm Metodu’nda Fernando transfobik söylemlerde bulunuyor ve tüm salon yıkılıyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

İnanın bu oyun nerede oynarsa oynasın, o sahnede bazı yerler var ki trans bireyler bile dayanamayıp gülebilecektir, yeter ki alınganlık yapmasın, benimle dalga geçiliyor demesin. Evet biz kapalı, muhafazakar bir toplumuz maalesef. Bundan dolayı da işlenen konunun verdiği rahatsızlık, kimi seyircilerde bu şekilde tepki vermelerine yol açıyor. Ama biz sahnedekiler olarak orada seyirciyi güldürecek fazladan bir şey yapmak bir yana, bundan kaçınıyoruz. Bu durumun toplumu yansıtmadığına inanıyor, yansıtmamasını diliyorum.

Hem oyuncu hem de yönetmensiniz. Krem Karamel’den Hasan Sabbah’a pek çok oyunu yönettiniz. Sizin için sahnede olmak mı, gerisinde olup süreci yönetmek mi daha keyifli?

Ben sahnede olmayı daha çok seviyorum. Her gece o gözleri görmek, nefeslerini hissetmek inanılmaz bir duygu. Öte yandan yönettiğim oyunlarda da oyuncuyu oynatabilme durumunu, onların nefesini hissedebilme durumunu çok seviyorum. Ben sahnedeyken kaçırdığım detayları, yönetirken mümkün mertebe onların kaçırmamasını sağlamaya çalışmak cidden zorlu bir süreç oluyor. Tabii bütün bunların dışında yönetirken borçlu olduğum bu topraklara, bu halka “Ben bu konuda böyle düşünüyorum, lütfen siz de bunun üzerinde biraz düşünün.” demek gibi bir şansımın olması yönetmenlik yapmayı benim için çekici kılıyor.

Bugüne kadar hayat verdiğiniz karakterlerden en çok hangisine kendinizi yakın hissettiniz?

2004-2005 sezonunda Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyununda oynadığım Vicdani sanırım. Emek sarf etmenin, dürüst, çalışkan olmanın kısacası artık unuttuğumuz ne kadar değer varsa hepsinin bir simgesi Vicdani. O zaman da bugün de enayi olarak görülen, ama olunması gereken kişi.

“Şimdiki ben olsam, çok daha farklı oynardım.” dediğiniz bir karakter var mı?

Ee, cevaplaması zor bir soru. 2004-2005 yılında Mustafa Avkıran yönetmenliğinde oynadığımız Schubert ve Şevki Bey vardı. Şimdi Schubert’i tekrar oynasam daha farklı olur gibi geldi nedense.

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde oyunculuk dersleri veriyorsunuz. Öğrencilerle etkileşim içinde olmak sizin için de motivasyon oluyor mu? Tiyatroyla olan bağınızı daha da güçlendiriyor mu bu durum?

Kesinlikle. Bir kere zinde kalmamı sağlıyor. Çünkü sorulan soruları cevaplamak zorundasınız. Onların tıkandığı yerleri anlayıp çözmek zorundasınız. Aslında çok zor bir iş.  İnsana dair bir iş yapıyorsunuz ve her şeyi bilmeniz imkansız. İnsan dediğiniz dipsiz kuyu. Yine de hayatımdaki en büyük enerji kaynaklarından biri DTCF Tiyatro bölümünde oyunculuk dersine girmek. Kaldı ki devamlı sahnede olan biri olarak onlar benim öğrencim değil, gelecekteki meslektaşlarım. Yani meslektaşlarımla mesleki alışverişte bulunuyoruz. 🙂

Okulda mezuniyet oyununu yöneten akamisyenin, oyunun sahnelenmesine az kala ihraç edilmesinden sonra oyunun yönetmenliğini devraldınız. Öğrencilerin size minnettar olduklarını duyduk. Neler hissettiniz yönetirken?

Başlangıcı çok zordu. Yaklaşık 1,5-2 senedir üzerine çalışılan bir konu vardı ve benim ona anında adapte olmam gerekiyordu. Bir kere ihraç edilenler benim de hocamdı. Bölümün kapanmasına ramak kalmıştı, öğrencilerin gözlerindeki ışıltının yerinde kara bulutlar dolaşmaya başlamıştı geleceklerine dair. Benimse yıllarını vermiş insanların bir gecede nasıl kapı dışarı edilebildiğine aklım ermiyordu (ki hala ermiyor). Fakat bu ülkede “rağmen”lerle yaşamayı öğrenmiş biri olarak projeyi, projede görevli olanları en kısa zamanda canlandırmalıydım. Size rağmen biz yine buradayız ve olacağız dememiz gerekiyordu. Ve dedik de!

Will Kempe

Ankara ile tiyatro arasında özel bir bağ olduğunu düşünüyor musunuz?

Ankara her zaman tiyatro açısından çok özel bir yer olmuştur. Sergilenen eserler, yetişmiş ve kendini ispat etmiş oyuncular aracılığıyla, iş ahlakıyla, iş disipliniyle bir nevi alt yapı kampı gibidir. Bu kampı bitirenler İstanbul’a göçer. Bugün İstanbul’da yapılan işlerin tamamında illaki Ankara’dan yetişme birini bulabilirsiniz. Fakat bu göç durumunun da Ankara’ya zarar verdiğini söylemeden geçemeyeceğim. Tiyatroda çok önemli olan usta-çırak ilişkisi bu göç yüzünden sekteye uğradı ve bir nesil, sahnede beraber çalışabileceği bir “usta” olmadan kendi yağında kavrulmaya çalıştı.

Ankara’daki tiyatro izleyicisini nasıl buluyorsunuz? Değişen bir profilden söz etmek mümkün mü?

Teknoloji ve ilerleyişi her ne kadar bizim işimize yarayan bir şey olsa da, bizden alıp götürdükleri de çok. Artık okumuyoruz mesela. Edebiyat dediğimiz şey, sosyal paylaşım platformlarında küçük kare kutucukların içine yazılan özlü sözlerden ibaret. E zaten uzun zamandır 5 saniyede bir değişen video sekans hızında yaşıyoruz. Kısacası seyirci eskisi gibi edebi sözler olan, uzun süreli oyunları çok nadir beğeniyor. Bütün gün bir koşturmacanın içindeyim eğleneyim gideyim havası biraz baskın gibi.

Ankara’da gitmeyi en çok sevdiğiniz yer neresi?

Tunalı’da bir baştan bir başa dolaşmayı, sonra Kıtır’a oturmayı çok severim. Ne de olsa kentsel dönüşümdü, AVM’lerdi derken yok edemedikleri bir orası kaldı galiba.

Tiyatro.co olarak ilk röportajımızı sizinle yaptık. Okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Öncelikle sizlere çok teşekkür ediyor, yayın hayatınızın uzun soluklu olmasını diliyorum. Bunun da bir dilek olarak kalmaması için okuyucularınıza büyük bir görev düşüyor bence ki burada sorunun ikinci kısmına geliyoruz; takip edelim ve her mecrada paylaşalım ki tiyatro.co yaygınlaşsın, serpilsin. İnanın böyle bir taşın altına elini koymak kolay değil.

Ünsal Coşar’a bu röportaj için ve gerçekleşmesine aracı olduğu için de Onur Aydın’a teşekkür ederiz.