İnsan ve Sanat Üzerine Kısa Bir Fabula

Özgür Küçüköner aracılığıylaYazara mail göndermek için tıklayın!

Bu yaşamdır… Kendimi yükselmiş, gerilmiş ve sınırsız hâle gelmiş hissediyorum; her yerdeyim. Kanım olan denizde… İskeletim olan dağlarda, ağaçlarda, çiçeklerde… Ve başım göklere ulaşıyor. Evrenin ötesine bakıyorum. Ve yaratıcı olduğumdan içimde yaratıcının gücünü hissediyorum. Bu küreyi ellerimin içine almaktan hoşlanmalı ve onu daha mükemmel, daha dayanıklı, daha güzel bir şeylere dönüştürmeliyim. Tüm yaratıkları mutlu görmeliyim…(Avant-Garde Tiyatro/ Cristopher INNES. Çev. Belis Güçbilmez, Aziz V. Kahraman. Dost Yayınları, S.50, 2010.)

“Açıkça biliniyor ki kendi yolculuğunu ya da kendini aşmak için yola çıkıyor insan. Yarım değil bütün insan olma edimi içerisinde cebelleşiyor.”

Sanat yapıtının işlevsel olabilmesi, seyirciyi devinim içerisinde eyleme katabilmesi önemlidir. Düşündürebilmesi, inandırabilmesi ve seyretmenin, okumanın, araştırmanın ötesinde imgesel hayatta yolculuğa çıkarması bir düşünce biçimidir. Bu noktadan bakılınca, sanatın “Onsuz edilemeyen bir şey ama aynı zamanda onunla da oldukça da köklü bir ilişkiyi gizleyen, giz.” olumlaması, yeni dünya algısında imgesel tavrın minik bir öznesidir.

Yaşantıyı yakalamak…”

Bireyciliğin nam saldığı evrende hâlâ yoksunluğunu giderememiş olan insan, sanatın yol göstericiliği ile kendine bir tanımlama serüveni yaratarak yaşamının sonuna kadar bir “olma edimi” portresi çiziyor. Bu olma edimi, gerçekleştirmek istediği yaşantılar ile bütün insanlığın başından geçebilecek olayların olasılığı arasında gidip geliyor. İşte tam bu noktada, kendi kabuğu içerisinde yalnız kalmış birey, kendinden arda kalan yarım kalmışlığı tamamlamak için sanat kavramı ile yollarını kesiştiriyor. Daha sonra, zaman geçtikçe dünya düzeni karşımıza yeni yeni akımlar, kalıplar ve disiplinleri çıkarıyor. Bu oluşum, temelinde “denge” kavramının yattığını bize gösteriyor. Bu dengenin ortadan kalkması, sanat ya da düş gücünün yok olmasının hazırlığıdır diyebiliriz. Ancak hayatın dengesi değişmelidir. Bu bir olumsuz süreç değildir. Çünkü değişen denge aslında sanatın ya da imgesel yolculuğun, insanda “umut” dediğimiz kavramın yeşermesinin etkileridir. Bu yeşerme canlıyı ayakta tutmakla kalmayıp sanatın büyüsü ile ona güç, sadakat, sabır ve düşünme deneyimi kazandırmaktadır.

Gittikçe çoğalan unutmalar…”

Daha sonra unutulan, kaybolan, tarihe karışmış dediğimiz birçok şeyin aslında bilinçaltımızda beklediğini gösteriyor. Yani çoğu zaman bizim de farkında olmadığımız zamanlarda ortaya çıkmakta ve insanın “an” dediği zaman diliminde kişiyi şaşırtmaktadır. Bu eylem, bu devinim, nesne ile ilişkili olan organik yapının süje ile olan ilişkisinin sonucudur. Bu değişim daha sonra elbette ki yaşamımız üzerinde etkisini sürdürür. Farzımuhal, Macbeth’in kendi vicdanı ile konuşması gibi, her düşünce beklenmedik bir anda gün yüzüne çıkar. Bu kompleks yapının hem ussal hem de aydınlatıcı yanı, insanı sanatın içerisine fırlatması ya da fırlatılmaya hazırlamış olmasıdır. İnsan, fenomonolojik bir kaygı ile ister şaşırsın, ister korksun, ister aydınlansın, sanatın bütünlüğü içerisinde bu fırlatılma ile kaybolmaya hazırdır. Sonunda, sanat kavramının özünde taşıdığı büyü ile insanın yaşamında gerekli olan gereksinimlerin tümü, kendi belirlediği dünyasını tanıyıp değiştirmesi ve geliştirmesi için muazzam bir gereklilik olarak yerini alabilir. Yani unutulmuş sanılan tüm temalar, sanatında yardımı ile uydurulmuş bir var oluş ile değil, doğrudan doğruya bir gerçeği göstermek için yola çıkmıştır…