Sakın Patikadan Ayrılma Anne!

Tatbikat Sahnesi, Johnna Adams’ın oyununu Buğra Koçtepe çevirisiyle sahneye koyuyor. Tanıtım metninde; oyunda eğitim sisteminin çarpıcı bir şekilde irdelendiği, birey yetiştirmeye dair sorumlulukların sorgulandığı ve seyircilerin adalet, sanat, farkındalık ve suçluluk duyguları üzerinden gerçeklerle yüz yüze bırakıldığı ifade ediliyor. Oyun Chicago’da okuldan uzaklaştırma cezası aldıktan sonra intihar eden Gidion adlı bir çocuğun annesinin,  oğlunun ölümünün ardındaki gerçeğe ulaşmak için sınıfında öğretmenini sorgulaması şeklinde gelişiyor. Tatbikat Sahnesi’nin sistemle hesaplaşmakta ısrar eden ve fibromiyalji azdıran oyunlarından biri daha.

Yazar Johnna Adams 2012 yılında yayınladığı “Gidion’nun Düğümü” adlı oyunuyla, 2013 yılında Amerikan Tiyatro Eleştirmenleri Derneği’nin Steinberg / ACTA ödülüne hak kazanmış. 2012 yılında Çağdaş Amerikan Tiyatro Festivali’nde prömiyeri gerçekleştirilen oyun daha sonra farklı tiyatro ekiplerince defalarca sahnelenmiş. Söz konusu oyunların tanıtım videolarına, video barındırma web siteleri üzerinden ulaşabilirsiniz. Bu ekipler kabaca bir öğretmen ve veli görüşmesi olarak tanımlayabileceğimiz oyun iskeletini, oldukça gerçekçi sınıf dekorları içine yerleştirmişler. Yazarın yönergeleri de bu yöndeymiş. Elbette sonra oyun iskeletini iç organlar, kaslar, kan ve gözyaşı ile doldurmuşlardır. Oyunun çatkısı edebiyatı ve iç organları yan yana yerleştiren bir sakatat eklektizmi zaten: İnsanı ruh ve beden olarak parçalayıp, öylece kelimelerin insafına bırakmak… Tatbikat Sahne’nin yorumu ise çağdaşlarına göre daha rafine olmuş. Yönetmen Erdal Beşikçioğlu diğer ekiplerin aksine sahneden gündelik hayatın üst üste yığılmış imgeler yığınını ayıklamış. Sınıf atmosferine işaret eden nadir stereotipleri ise estetize etmiş. Sahneyi tiyatro yapısından ayırmanızı güçleştiren bir mekân algısı yaratılıp, dekor, ışık ve müzik gibi tasarım unsurları karanlık bir boşlukta asılı kalınca da ortaya bir “oyun gezegeni” çıkmış. Bu sanatsal dil, gerçeklikten tam bir kopuş sağlamamakla birlikte, ona entegre olmayı da reddeden ve seyirciyi “Araf”ta tutan bir tercih. Bu nedenle Selin Tekman’ın sahnede göründüğü ilk anda, tüm o güncel ve geçici referanslara rağmen (kantin tostu, tek kullanımlık bardakta hazır kahve ve kulaklığı takılı akıllı telefon gibi) şunu hissediyoruz: Burada insanlık tarihi boyunca çözülememiş kadim meselelerle yaşanan bir hesaplaşmaya tanıklık edeceğiz. Lanet olasıca oyun, arkaik bir şeyleri geri çağıracak. Bir yönetmen olarak ilk oyunlarında üzerimize basan Erdal Beşikçioğlu’nun, insafa geldiği kanaatindeyim. “Gidion’un Düğümü”nde ağulu darbelerle bizi dürtmeyi tercih ediyor çünkü. Belki de  “Ölü Çocuklar Ülkesi” sakinleri olarak “Neyse ki hikâye Chicago’da geçiyor.” diye soluklanacak halimiz olmadığını kavramış olduğundan, bize merhamet etmiştir. Haber akışlarını, zaman tünellerini ve hafıza çöplüklerini usul usul geri çağırabilmemiz için bize biraz zaman vermiştir.

“Gidion’un Düğümü” ölmüş bir çocuğun ardından gerçekleşen bir karşılaşma. Sahnede Gidion’un annesi Corryn ve öğretmeni Heather karşılaşıyor gibi görünüyorsa da aslında “masumiyet” ve “barbarlık” kavramları karşılaşıyor. “Ölüm” ise bu kavramların kuluçkaya yattığı bir fol olarak oyunun başından sonuna kadar sahneyi dolduruyor. Corryn’in “Kamerayı ölü çocuğun olduğu köşeye koy.” cümlesi bu oyunun anahtarı gibi. Yönetmen Erdal Beşikçioğlu seyirciyi ölü çocuğun olduğu köşeye yerleştirmiş. Sahnede, seyirciyi tehdit eden tanrı tasvirleri altında, umarsızca kıpırdayan annesi ve öğretmeni ile birlikte görünmeyen ancak hissedilen Gidion da var. Bu kasvetli karşılaşmanın zamanı yavaşlatacağını hepimiz peşinen biliyoruz. Tiyatroda yavaşlık, odaklanma süresi hızla azalan ve metalaşmış hayatında bellek yitiminden içi boşalan seyircinin, hafazanallah bunalması demek. Fakat burada yönetmenin sahneyi döndürme hamlesi bulantı kesiyor. Biliyorum aslında dönmek bulantı yapar fakat işte “Gidion’un Düğümü” evreninde her şey ters yüz oluyor. Erdal Beşikçioğlu uzamı bir video gibi ileri ve geri sararak /oynatarak zaman algımızı bozuyor.  Oyuncular zaman sarmalı misali dönen sahneyi adımlarken, seyircinin oyunu takip mesafesi açılıyor. Bu soluklanma aralığı seyirciye yapılmış bir kompliman adeta: nefes ver, yutkun, öksür, koltuğunda doğrul… Biraz daha var, sabret. Erdal Beşikçioğlu çoklu prodüksiyon seven bir yönetmen olmakla birlikte “Gidion’un Düğümü”nde sadeleşip oyunculara alan açmış. Müzik, ışık ve kostüm tasarımı da terazide dengelenmiş gibi. Bu oyunda her şey sinir bozucu bir biçimde yerli yerinde.

Oyuncu Elvin Beşikçioğlu “Gidion’un Düğümü”nde sahneye çıkmıyor, yığılıyor adeta.  Kayıp ve yıkımın ağırlığını performansına öyle sağlam yerleştirmiş ki varlığında cisimlenen “neden” sorusu yüklendikçe yükleniyor. Suçluluk duygusu oyun gezegenini zehirlemeye başlıyor. Çünkü hepimiz biliriz ki çocuklar durup dururken ölmezler. Durup dururken öldüğü sanılan çocukları tanrıların yanlarına almış olabileceği masalına bu gerçekle baş edemediğimizden inanırız. Çocuklar intihar da etmezler çünkü intihar rüşt meselesidir. Çocuklar öldürülür: doğrudan ya da bilvasıta… Ve bir yerde çocuklar öldürülüyorsa herkes ve her şey suçludur. Johnna Adams bu meseleleri keskin bir biçimde tartışmaya meylettiğinden,  lisansüstü dersler veren bir edebiyat profesörü olan Corryn karakterini entelektüel bir zemine oturtmuş. Ancak Elvin Beşikçioğlu o zeminde yalpalayarak, seyirciyle yakalayacağı duygusal bağdaşıklığın devamını amaçlayan bir strateji ile karakteri annelik zaaflarının üstüne bastırıyor. Oyun metni sürekli olarak öğretmen Heather’ın tecrübesizliğinin altını çiziyorsa da, seyirciyi Corryn’in gerçekte kimi suçladığı konusunda şüpheye düşürüyor. Oyunda Gidion’un evinde öldüğünü öğreniyoruz ancak bu bilgi bizi ikna etmiyor. Çocuğun sınıfta mı yoksa evinde mi tükenmiş olduğuna bir türlü karar veremiyoruz. Gidion’u ölüme sürükleyen, onun hayatı kendince kavrayışına muhalefet eden ve okulda mevzilenen toplumsal çıkarlar mı, yoksa evinde sanatsal anlamların doluştuğu dehlizlerden sızan halüsinatif sızılar mı? Elvin Beşikçioğlu’nun performansı bu soruların karşısında bir orman gibi tekinsiz: fısıltılar, ışıltılar, kör karanlıklar, rutubet, kayalıklar ve balçık… Yoğun çalışan annelere biriktirdiğimiz ahkâmlarımız elbette vardır fakat yoğun yaşayanlara ne diyeceğiz? “Patikadan ayrılma anne, derinlik çocukları boğuyor.” mu?

Evet, sanırım Heather böyle söylerdi. Corryn onun korkak olmadığını söylese de Heather bir korkak.  Fakat Selin Tekman Heather’ı kaçak bir itidal zırhının içinden oynadığından korkaklığı sahnede zarif bir ürkekliğe dönüşüyor. Onu izlerken Şeker Ahmet Paşa’nın “Ağaçlar Arasında Karaca” adlı tablosu düştü aklıma. Şeker Ahmet Paşa bu resmi yapmak için atölyesine bir karaca getirtmiş ve tablosunda hayali bir orman pitoreski içine karaca figürünü yerleştirmiş. Atölyede etüt edilen karaca, zihin dolduran vahşi bir orman tasavvurunun içinde yavan bir gerçeklik olarak nasıl ürkekse, Heather da oyun gezegeninde öyle ürkek. Tiyatroda duygunun stilizasyonu diye bir şey mi var? Bilemiyorum. Fakat Selin Tekman’ın öğretmenler odasında silikleşen, eğreti bir stajyer öğretmenden etüt edilmiş olduğunu düşündüren Heather’ı, yitik bir hayatın içine yerleştirişinde motif tekrarı görüyorum. “Oysa her birimizin içinde bambaşka… Kimse göründüğü gibi… vıdı vıdı vıdı…” falan demeyeceğim, hayır. Onu yalınkat bir karakter ortaya çıkarmakla falan eleştirmeyeceğim. Çünkü Heather tam da sistemin tek tipleştirip, tekrar ettiği insanlardan biri. Belli ki kahverengini, gözünün önünde duran öğretmen masasında değil de, elma çekirdeğinde bulan bir öğrenciyle karşılaşmak ona fazla gelmiş. Öğretmenliğin eğlencelik mitoloji anlatılarına dair ezberleri ölçüp değerlendirebileceği sınavlar ve gramer düzeltmeleri için yazılan basit kompozisyonlar aralığında kotarılabilecek bir meslek olduğunu düşünmüş olmalı. Çokuluslu bir yapı marketten aldığı kanepesinde serilmiş otururken kalkıp iş başvurusu yapmış olabilir.  İstismar, intihar, şiddet, pişmanlık ve yüzleşme not defterine sıraladığı bir yapılacak işler listesi olmasa gerek. Evet, Selin Tekman’ı öveceğim çünkü anma toplantısı, kriz yönetimi uzmanları ve taziye kartlarının tarif ettiği hayat kategorisine sığacak kadar olmayı kesinlikle başarıyor.

“Gidion’un Düğümü”nü izleyin. Oyunun sonunda ölen siz olacaksınız ama mühim değil. Seyirciler dokuz canlıdır. Korkmayın.