Dünya Bir Handır, Konan Göçer: Âşık Veysel

Oyunumuzun başlamasına 5 dakika vardır. Sanat dolu günlere daha erken kavuşabilmemiz için lütfen maske, mesafe ve hijyen kurallarına uymaya özen gösterelim.

Böyle diyor oyunun başlamak üzere olduğunu seyircilere haber veren “o ses”. Geçen Mart ayından beri tüm gezegen bir pandemi sürecinin içerisinde… Bu süreçten sanat camiası da epey olumsuz etkilendi. Bir an evvel eski sağlıklı günlere dönmek hepimizin arzusu. Ve evet, kurallara ne kadar çok uyarsak o kadar “az hasarla” ve çabuk atlatacağız bu süreci…

“Uzun ince bir yoldayım,

gidiyorum gündüz gece…

İki kapılı bir handa,

gidiyorum gündüz gece…”

Alabildiğine loş hatta karanlık denebilecek bir ortamda, bu türküyle başlıyor Âşık Veysel oyunu. Han diye bahsedilen dünya hayatı aslında, onun iki kapısı ise doğumu ve ölümü simgeleyen motifler… Doğuyor, yaşıyor ve ölüyoruz… Oyun da zaten Veysel’in doğumuyla ölümü arasında yaşadıklarını seyirciye aktaran bir otobiyografi. Türkü bittikten sonra ışıklar açılıyor. Kuş cıvıltıları ve çeşmenin şırıltısı… Bu sesler oyunun büyük bölümünde bize eşlik ediyor. Annesi Gülizar ve babası Ahmet’ten bahsediyor. Babasından bahsederken kullandığı “adam gibi adam” tabirinin kulak tırmalayıcı olduğunu belirtmek istiyoruz.

Yedi yaşındayken çiçek hastalığına yakalandığından, babasının ahbabı olan birinden saz öğrenmeye başladığından bahsediyor. “O yaşıma kadar ne gördüysem, onları yaktım.” diyor, türkülerimde

Bir ara seyirciyle olan Dördüncü Duvar’ı yıkıyor ve bizleri empati yapmaya davet ediyor. Veysel’in çağrısıyla tüm salon on beş saniyeliğine gözlerini kapatıyor, salondaki tüm ışıklar da bu esnada karartılıyor. Onun duygularını biraz da olsa anlamamızı umut ediyor. Sahip olduğu fiziksel engelin yaşamında büyük zorluklara sebebiyet verdiğini ama buna rağmen yaşamın ona verilmiş çok büyük bir hediye olduğunu; gözlerinin görmemesinin hayatı, evreni, güzellikleri, çirkinlikleri, iyiyi, kötüyü algılamasında bir eksiklik yaratmadığını; insanın kalbiyle, aklıyla hareket etmesi gerektiğini hatırlatıyor bizlere bir kez daha. Yaşadığı hayatın zorluklarına rağmen çok sevgi dolu bir ailede bulunduğunu, çevresindekiler tarafından değer gördüğünü ve çevresindekilerin ona hep destek olduklarını dile getiriyor.

Evlenmek üzere olduğu kadının onu beğenmediğini ama yine de ona kızamayacağını, herkesin kararında özgür olduğunu ifade ediyor. Oyunun bu sekansıyla ilintili tiradında kadınlardan bahsediyor Veysel. Kadın haklarından, eşitlikten, haktan, hukuktan, kadınların da “eşit birer birey” olduğundan… Gönül gözüyle görerek vicdanının sesiyle yapıyor bunu Veysel, ondan yaklaşık bir asır sonra gözleriyle bile göremeyenlere inat…

Cihan Harbi’nden, Kurtuluş Savaşı’ndan bahsediyor; cepheye asker olarak gönderilmediğinden ve bundan büyük üzüntü duyduğundan bahsediyor. İnsanlık için çok basit olan bir eylemi gerçekleştirememenin onu ne kadar yaraladığını bizler de derinden hissediyoruz… Cumhuriyet’in yurda huzur ve güzellikler getirdiğinden söz ediyor ve bunu öyle büyük bir heyecanla anlatıyor ki yeni inşa edilen Cumhuriyet’in coşkusunu kalbimizde hissediyoruz.

Dede Korkut, Âşık Emrah, Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Sultan Abdal gibi ozanlar da konuk oluyor sahnemize bazı bazı…

Atatürk’e bir türkü yakıyor Veysel, Cumhuriyet’in ilk on yılı geride kaldığı dönemlerde… Hiç değilse böyle teşekkür etmeliyim Paşa’ya diye. Türküyü dinletmek için Ankara’ya kadar gidiyor Sivas’tan. Bir kez daha ne kadar kararlı bir insan olduğunu anlıyoruz Âşık Veysel’in. Gözleri görmemesine rağmen, hiçbir eğitimi dahi yokken saz üstadı olmayı başaran bu adam, aylar süren bir yolculuğa çıkıyor sırf Atatürk’e o türküyü dinletebilmek için…

Üniversitelerin Halk Edebiyatı kürsülerinde hep bahsedilir Ahmet Kutsi Tecer’den… Âşık Veysel Şatıroğlu’nu ülkeye tanıtan kişidir diye… Tecer’i de yad etmeden geçmiyor Veysel. Tecer’in, onu bir sohbet meclisinde keşfettiğinden, ona bir ses kayıt cihazı verdiğinden söz ediyor. O cihaz olmasa belki de şu an duyduğumuz hiçbir Âşık Veysel şarkısını duyamayacaktık, kim bilir?

Asıl ilginç olan ise başka bir durum: Tecer, genç Cumhuriyet’in en önemli yatırımlarından biri olan Köy Enstitülerinde saz dersi vermeye ikna ediyor Şatıroğlu’nu. Başta mütevazılık etse de yine de kıramıyor Veysel, Tecer’i… Ve böylelikle 20. yüzyılın en büyük ozanlarından biri, kendisi gibi bozkırın bağrından çıkmış Anadolu çocuklarına saz eğitimi vermiş oluyor, hem de büyük bir aşkla… Bunun ne kadar büyük bir “kazanım” olduğunu idrak etmemiz gerektiğini düşünüyoruz.

Veysel oyunda sekiz türkü seslendiriyor. Biri hariç hepsinde sazı eşlik ediyor bu türkülere. Bunlardan sonuncusunda “Can kafeste durmaz, uçar.” diyor. Can kafeste durmuyor ama bugün hâlâ gönül kafesimizde duruyor Âşık Veysel’in türküleri. Salonda hep bir ağızdan o türkülere eşlik etmemiz de bunun kanıtı.

Evet, “Uzun İnce Bir Yoldayım” ile başlayan oyunumuz “Dostlar Beni Hatırlasın” ile sona eriyor. Dünya bir han, konan göçüyor. Ve Veysel sahneden ayrılıyor. Arkadaki perdeye yansıyan gölgelerde Veysel’in mezarının başında ağlaşanları ve mezarın başındaki ağaca asılmış sazını görüyoruz. Sonra yağmur başlıyor. Kim bilir, belki de mezarında çiçekler açsın diyedir…

Oyundan genel olarak aktarılabilecekler bunlar. Şimdi işin biraz da arka tarafına değinelim…

Oyun, aynı zamanda oyunun tek kişilik başrolü de olan Osman Nuri Ercan tarafından kaleme alınmış ve Devlet Tiyatroları’nda ilk defa sahneye koyuluyor. Gerçi oyun her ne kadar tek kişilikmiş gibi görünse de perde arkasında (gölgede) dört kişi daha var. Işığın da yardımıyla, gölge oyunlarıyla oyuna canlılık katıyorlar. Ercan’ın oyunculuğunu başarılı bulmakla birlikte göze çarpan bir durumu belirtmekte fayda var: Veysel’in Sivas ağzını çok iyi yansıtan Ercan’ın, “k” ve “t” fonemleri özelinde bazen İstanbul ağzına yaklaştığı dikkati çekiyor. Bu durum karaktere odaklanmayı zorlaştırıyor. Bilinçli bir tercih olmadığını ve yeni sahnelenen bir oyun olduğu için Orta Anadolu ağzının da zamanla oturacağını düşünüyoruz.

Oyunun yönetmen koltuğunda önceki yıllarda yine bir ozanımızı konu alan Neşe Dert Aşk oyununda başrolü üstlenen Alpay Ulusoy oturuyor. Dekorda Hakan Dündar, kostümde Ceren Karahan, ışıkta Yakup Çartık, müzikte Nurgül Ateş Kızılgöz görev alıyor.

Dekor konusunu biraz açmak gerekirse, afili çalışmalarıyla tanıdığımız ve izleyenlere çoğunlukla pitoresk görüntüler sunan tecrübeli isim Hakan Dündar bu oyunda “olması gerektiği gibi” alabildiğine sadelikten yana bir çalışma yürütmüş. Sahnenin seyirciye göre en solunda bir elma ağacı, ağaca asılı bir baston, ağacın altında bir sedir… Ortada ve biraz geride duran, Veysel’in ara ara soluklanmak için yaslandığı bir kayalık… Yine sahnenin seyirciye göre en sağında bir elma ağacı ve onun altında bir ses kayıt cihazı, ağaca dayalı bir kürek, dikilmeyi bekleyen bir elma fidanı, bir çeşme, çeşmenin üst köşesinde bir kasket, kova, çeşmeye asılı duran ve su içmek için kullanılan bir tas (ki bu tas, tüm bu aksesuarlar içinde oyun boyunca kullanılmayan tek aksesuar olarak dikkati çekiyor). Sözün özü şu ki bozkır temalı bir oyunda nasıl bir dekor olması gerekiyorsa tam da onu koymuş sahneye Hakan Dündar. Ne eksik ne fazla… Sahnenin arka tarafını tamamen kaplayan ve oyun boyunca gölge oyunları için kullanılan bir beyaz perde bulunuyor. Normalde perde kullanılması oldukça yapay bir görüntü oluşturur ama bu oyun özelinde hoş bir detay olmuş. Çünkü bu oyunun sözün gerçek anlamıyla perde arkasında dört oyuncusu daha var.

Oyunda, “tam olmamış” denilebilecek tek bir yer var: Oyunun bir yerinde birkaç dakika süren elma ağacı dikme bölümü var. Evet, Anadolu’da ağaç dikmek, onu aşılamak önemli ritüellerdir ama metnin bağlamından kopuk bir bölüm gibi durduğunu belirtmek istiyoruz. Metnin akışkanlığını sekteye uğratarak “Ağaç da dikelim, oyunda buna da yer verelim.” düşüncesiyle, bir kumaş parçasına yapılan yama gibi duruyor açıkçası… Oyunun yönetmenliğiyle mi alakalı yoksa senaryo kısmı mı böyle bilinmez.

Oyun, tek perde ve yaklaşık seksen küsur dakikasıyla güzel bir seyirlik. Böyle önemli değerlerimizin hikâyelerini sahnede izlemek keyifli. Bu oyunun sahneye konmasında başta Osman Nuri Ercan üstat olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürlerimizi sunarız.

*Öne çıkarılan görsel: Kerem Kantarcı

Yazarlar Caner Yalçın & Dilan Aydemir