Ben Lâl Hayal… Lâl Hayal… ÖLMEK İSTEMİYORUM!
“Bir Beden Yedi Kadın… Lâl Hayal, farklı yaş ve sosyal statüden yedi kadının trajikomik hikâyesini anlatır. Birbirinden farklı kadın figürlerinin yolu çözülmeye muhtaç polisiye bir hikâyenin geriliminde buluşur. 16 yaşındaki hip-hop’çı, 70 yaşındaki Nişantaşı hanımefendisi, komşu kadın, üniversite öğrencisi, Allah’a yakaran babaanne, Sütlüceli kuaför, koç burcu bir jinekolog… Lâl Hayal’in trajikomik kadınları neye tanıklık edip susmuşlardır? Elmas, Zümrüt, Safire, İnci, Mercan, Yeşim, Firuze… Sahi, siz bu kadınlardan hangisini tanıyorsunuz?”
Sizin yerinize cevap veriyorum. Belki hepsini belki de hiçbirini. İsimlerini okuduğunuz kadınlarla AST Bilkent Sahne’de tanıştım, Songül Öden’in tek kişilik performansıyla. Bir bedende yedi kadın ve bütün kadınlar aslında. Sen, ben, o, kadın mezarlığına dönen ülkemde isimlerini defalarca duyduğumuz ya da duyamadığımız kadınların tek bir bedende buluştuğu oyun.
Birbirinden farklı kültürlerde doğan, yetişen, yaşayan bu yedi kadının en büyük ortak noktası sadece kadın olmak değil aslında, şiddetin binbir türlüsüne maruz kalmaları ne yazık ki. Şiddetin acımasız yüzünü hayatları boyunca yaşamış olmaları. 16 yaşındaki hip-hop’çı kız abisinden, okuldaki öğretmeninden psikolojik şiddet görürken, Nişantaşı hanımefendisi oğlunun evlenmek istediği kadına acımasız davranıyor. Fiziksel şiddetin eğitim ve statüyle alakası olmadığını öğreniyor Lâl âşık olduğu adam onu döverken. Küçük bir çocukken annesinin babası tarafından öldürülmesine şahit olmuşken, yıllar sonra şiddetle karşı karşıya kalması ne acı değil mi?
Evet acı! Çok fazla acı var kadınların payına düşen. Gülüşleriyle aydınlatmaları gerekirken hayatı, dünyayı, acı çığlıklarıyla karanlığa boğuyorlar. O karanlığın zebanisi bir eş, bir baba, bir abi oluyor çoğu zaman. Sadece erkekler değil ama o zebani; eril düzen ve o eril düzene ses etmeyen, lâl olan diller… Sen, ben, o belki.
Sahi duymuyor muyuz acıyla çınlayan çığlıklarını kadınların? Duymazdan gelmek vicdanımızı yerinden söküp atmıyor mu? Koyamıyor muyuz kendimizi şiddete uğrayan, öldürülen kadınların yerine? Kadın kadının kurdu mudur sahiden? Birbirimizin yurdu olmak varken neden kurdu oluyoruz bazen? Neden zebanilerle dolu bir kuyuya düştüklerinde, sesimizi onlar için çıkarmak yerine üstünü örtüyoruz görünenin, duyulanın?
Kadın olarak doğmak, kadın olarak yaşamak zor bu ülkede; kadın olarak öldürülmek, kadın olduğun için öldürülmek kolay. Siz bu yazıyı ne zaman okursunuz bilmiyorum ama ben oyunu izlediğim gün, bir kadın hiç tanımadığı bir erkek tarafından “Öldürmek kolay olduğu için onu seçtim.” denilerek öldürüldü ülkemde. Binlercesini kurtaramadığımız gibi onu da kurtaramadık. Onun da ismini bir haber bülteninde, gazete köşesinde, yüreğimizi ferahlatan gelişmelerle değil, öldürüldüğü için duyduk maalesef.
Songül Öden her bir kadının benzerliklerini, farklılıklarını, beklentilerini, hayallerini ve kırgınlıklarını ustalıkla yansıttı. Dizilerden izlediğim ve çok beğendiğim birini sahnede, üstelik tek kişilik performansla izlemek güzel bir deneyim oldu. Oyunun fotoğraflarından ve tanıtım videolarından, her bir kadını yansıtmak için çeşitli kıyafet ve aksesuarlar kullanıldığını görmüştüm ancak sanıyorum sadeleşmeye gittiler oyunda, dansçılar da yoktu ve bu hâliyle de izlemek hoştu. Oyunun başında ışık kullanımının seyirciyi eğer bir hastalığı varsa rahatsız edebileceği uyarısı verilmişti, izlerken rahatsız etmedi hatta her ışık değişiminde oynadığı karakter değişiyordu, güzel bir detaydı.
Karakterlerin yaşadıkları ağır olmasına karşın bazı komik ögeler yerleştirilmişti oyuna, izlerken nefes aldırdı. Özellikle 16 yaşındaki hip-hop’çı Alman aksanıyla, küfürleriyle, asi tavrıyla çok güldürdü. Songül Öden’in bir ara “Bitbaks yapıcam Acun abi!” diyerek oyuna devam edeceğini düşündüm, demedi tabii, şayze!
Karakter değişimleri çok hızlıydı, birbirinden oldukça farklı oldukları için de takip etmekte zorlandım, ancak Songül Öden her birini özümsemişti. Ancak babaanne için ayrıca bir şeyler söylemek istiyorum; oğlu karısını öldüren ve bunu gizlemek zorunda kalan bir annenin, yaşanan trajedinin ardından yakarışları yürek dağlayıcıydı. Adam diye büyüttüğü evladına engel olamamasına, gelininin yaşadığı onca eziyete karşın suskunluğunu korumak zorunda olmasına, torununun hem annesiz hem de babasız kalmasına isyanı Kürtçe ağıt şeklinde yankılandı salonda. O “Oy dayê! Oy dayê!” (Daye: anne, annem) derken, ben de tutamadım kendimi.
Biliyoruz ki iyiydi o adamlar, çocukken iyiydi, okurken iyiydi, askere giderken iyiydi, çalışırken iyiydi, evlenirken iyiydi, konu komşu hep iyi bilirdi onları, ne oldu da bu vahşeti gerçekleştirdiler peki? Oyunun bunu sorguladığı an çok vurucuydu. Âşık oldukları kadınlara, kardeşlerine, annelerine, belki daha önce hiç tanımadıkları kadınlara zarar verirken de iyiler miydi peki? Yoksa biz onların kötülüğüne karşı “lâl” mi kesilmiştik? Belki babaannesi oğluna engel olabilseydi, gören görmezden, duyan duymazdan gelmeseydi Lâl’in kaderi bambaşka olurdu, ağzına dolan kan değil, kahkahalar olurdu. Etekleri uçuşurdu belki mutluluktan seviliyor diye, korkudan kaçıp pencereden atlamazdı severek evlendiği kocasının kollarından… Nişantaşı hanımefendisi kayırıp durmasaydı oğlunu, dert ortağı olurdu ona, Sütlüceli kuaförün annesine olduğu gibi. Kadın kadının yurdu olabilseydi, “Dur!” diyebilirlerdi birbirlerine yaptıkları hor görmenin yanında erkek eziyetine de. Belki bir gün olur, olur da daha fazla kadının ardından ağıt yakmak zorunda kalmayız, ne oyunda ne de gerçek hayatta.
Biraz da oyunun künyesinden bahsedeyim; yönetmen koltuğunda Zabel oyunundan aşina olduğumuz Aysel Yıldırım ve çok sevdiğim, tanışma şansına eriştiğim Ezel Akay oturuyor. Ezel Akay’ın hikâyelerinde kullandığı masalsı dili oyunda hissediyorsunuz. Günümüz tiyatro oyunlarının sahnelenmesinde prodüksiyon önemli, bunun artı ve eksi yönleri var ancak disiplinlerarası çalışmalarla daha sık karşılaşacağız. Dekor ve kostüm tasarımını birçok oyunda ismini duyduğumuz Naz Erayda yapmış. Müzik, Diler Özer ve Metehan Deda imzası taşıyor. Işık tasarımı Önder Arık, ses & efekt tasarımı Hakan Atmaca’ya ait ve birlikte güzel bir iş ortaya çıkartmışlar. Görsel yönüm ağır bastığından oyunların afişleriyle özel olarak ilgileniyorum, oyunun afişini çok beğendim, Çağdaş Başar’ı tebrik ederim. Yine birçok oyundan ismini duyduğumuz Sevilay Saral tarafından yazılmış hikâye ve proje tasarımında da rol alan Songül Öden’e göre bir oyun olmuş kesinlikle.
Umarım daha çok İstanbul oyununu Ankara’da izleme şansımız olur. Ancak oyun başlama saatinde bile koltuklarına yerleşmeye çalışan, dışarı çıkıp gelen, telefonlarını kapatmayı unutan kişileri görmek üzücüydü. Hem oraya gelenlere hem de sahnede olan kişiye haksızlık. Neyse…
Oyundan çıktığında bile devam ediyor bazı hikâyeler, çevremizde benzerlerini görmekteysek ve kadın odaklıysa, onlardan biri oluveriyoruz kolayca. O yedi kadından her biri oldum izlerken, tanıdığım tanımadığım onlarca kadın oldum. Kadın olmak zor bu ülkede, kadın ölmek kolay, nerede başladığını bilmiyoruz belki ama nerede bittiğini öğreniyoruz hikâyelerinin. Umarım kendi hikâyelerinin kahramanı olabilir kadınlar. Hikâyelerini ve sonlarını başkası yazmaz… Kadınları ve hikâyelerini sevin.